Herkes şekerin diş çürüttüğünü zannediyor. Çocukluğumuzdan beri bize şeker diş çürütür dediler. Yanlış biliyorlar. Şeker diş çürütmez. Ağızdaki bakterilerden ortaya çıkan asitler dişleri çürütür. Bakteriler ağıza giren karbonhidratları Emden Mayerhof yolu üzerinden asitlere ve enerjiye dönüştürmeyi sever. Şeker bir karbonhidrattır ve bakteriler tarafından kolayca asitlere dönüşür. Fakat dikkat ediniz yegane karbonhidrat şeker değildir, ekmek, nişasta, meyve ve bütün unlu mamüller bir karbonhidrat deposudur. Durduk yere şekeri hedef göstermek haksızlıktır.
Burada doğru hedef insanlara diş fırçalamayı öğretmektir. Yemekten sonra hiç beklemeden dişler fırçalanmalıdır Burada diş hekimliği öğrencileri için adım-adım diş çürümesini anlattım. Kocaman dişin nasıl un gibi toz haline geldiğini izleyiniz
Diş hekimliğinde oral patojenlerin neler olduğu genel olarak bellidir. Bunların genellikle hangi antibiyotiklere duyarlı oldukları ve hangi antibiyotiğin peri-dental ve peri-oral dokulara daha iyi penetre olabildiği de bellidir. Bu kurallara uygun şekilde aşağıdaki yol haritasını uygulamak başarıya götürebilir
Özel durumlarda ne yapacağız? Mesela emziren anne, gebelik, yaşlılarda veya 12 yaş altı çocuklarda hangi antibiyotiği seçeceğiz? Böyle vakalar karşımıza çıkarsa aşağıdaki yol haritasını uygulamak en makul olan yoldur
Burada yazan bilgiler diş hekimliği öğrencilerine hitap eder, meslektaşlara fikir vermek içindir. Halka hitap etmez. Muayene ve tedavi yerine geçmez. Hasta iseniz hekiminize gidiniz. Her durumda doğru antibiyotik değişir. Doğru antibiyotiği hekiminiz size verecektir.
Diş kaplaması metal ve porselen tabakalarından oluşur. Biz diş hekimleri porselen kaplamaların metal tabakasını yapım aşamasında kumpas ile ölçebiliyoruz fakat bitimden sonra porselen tabakasının kalınlığını bilemiyoruz. Bu yazıda bitmiş bir porselen kaplamanın yüzeyinde bulunan porselen tabakasının kalınlığını nasıl ölçebileceğimizi anlatacağım.
Aliekspres sitesinde bulduğum bu cihaz 5 Mhz frekansında ultra sonik dalgalar yolluyor ve metalin yüzeyine çarparak geri dönen dalgaları yakalıyor. Reflektif sinyalin dönüş gecikmesinde ortaya çıkan zaman farkına bakarak metale olan uzaklığı hesaplıyor ve ekrana veriyor. Aynen kadın doğum doktorlarının fetusun boyunu ölçtükleri sistem kullanılıyor. Kadın doğum doktoru ultrason ile bebeğin boyunu ölçtüğü yöntem ile biz porselen tabakasının kalınlığını ölçüyoruz.
Kalınlık ölçen cihaz ile bir diş kaplamasının porselen tabakasının kalınlığının 0.19 mm olduğu görülüyor.
Bir porselen kaplamayı elinize almanıza da gerek yoktur. Ağızın içinde duran kaplamanın porselen kalınlığını da ölçebiliriz. Ağıza yaklaştırılır. Porselen kaplamaya temas ettirilir. Ekranda sayı belirir ve dıt sesi duyulur. Görünen sayı mikrometre cinsinden porselen tabakasının kalınlığıdır. Plastik malzemelerin kalınlığını ölçemez fakat metal yüzeyine uygulanmış her türlü kaplanın kalınlığını ölçebiliyor. Yeter ki kalınlığını ölçmek istediğiniz tabaka bir metalin yüzeyinde bulunsun. İmplantın titanyum metali hidroksil apatit kaplıdır. Bu cihaz ile implantların yüzeyindeki hidroksil apatit kalınlığını da ölçebiliriz. Kullanım alanı hayal gücünüz ile sınırlıdır.
Kalınlık ölçen cihaz ile gözlük çerçevesinin üzerine yapılan ve metale sarı rengi veren boya kalınlığının 0.17 mm olduğu görülüyor.
Diş hekimliğinde biyofizik dersleri boş geçtiği için biz diş hekimleri bu ve buna benzer cihazların diş hekimliği alanında kullanılabileceğini akıl edemeyebiliyoruz. Bu yazı ile umarım diş hekimi ve diş teknisyenlerine ulaşırım.
Koskoca hastahaneler, akademik kariyeri olan doktorlar ve ara sokaklardaki berberler, insanlara şifa vaad ederek vücutlarına kan emen solucan yapıştırıyorlar. Bu işte bir tuhaflık var. İşin aslını inceleyelim kapsamlı bir şekilde hacamat ve sülük uygulamasını masaya yatıralım:
Tanım ve terminoloji: Hacamat kelimesi argoda perişan etmek, parçalamak, paramparça etmek, ziyan etmek, zedelemek, berbat etmek anlamında kullanılır. Eskiden hasta bireyin vücudunda hasta organa en yakın deri, bisturi ile kesilir ve kanatılırdı. Hastanın kanı akıtılırdı. Böylece hasta organ sözümona iyileştirilmeye çalışılırdı. Buna hacamat uygulaması adı verilir. Dikkat ediniz: hacamat tedavisi diye isimlendirmiyoruz. Hacamat uygulayıcısını da doktor diye isimlendirmiyoruz. Kanatıcı adını veriyoruz.
Hacamat uygulamasında çıkış noktası Hastalıkların “fazla kan” sebebi ile meydana geldiği düşünülüyordu. Vücutta bir bölge kızardıysa (mesela lokal infeksiyon veya apse oluştuysa) orası kanatılır veya sülük konulurak kanın azaltılması sağlanırdı, aşırı olduğu zannedilen kan oradan çekilirdi böylece hastanın iyileşeceğine inanılırdı. Hacamat uygulamasına temel oluşturan diğer bir düşünceye göre; şeytani kötü ruhlar insanın içine girmekte ve insanı hasta etmektedir. Kötü ruhlar ve iblis insanın kanında dolaşmaktadır. Kanı akıtılınca kötü ruhlar ve şeytanlar vücudu terk edecek ve hastalık iyileşecektir. Hatta sert huylu kaba kişilerin içinde asabiyete sebep olan bir şeytan veya kötü bir ruh bulunduğuna inanılırdı. Bu sebeple sert mizaçlı olan kişilerin kafalarına sülük konularak akıllarındaki kötü ruh çıkarılıp, bu bireylerin mizaçları yumuşatılmaya çalışıldı. İşte bu düşüncenin günümüzdeki yansıması hacamat olmuştur. Hasta bir masaya yatırılır, kanatıcı hastayı öldürmeyecek yerlerinden cam veya bıçakla keser, kanatır. Bu cehalet ve vahşetten şifa beklenirdi. Şimdi yeniden eskiye dönelim tıp tarihine bakmaya devam edelim:
Tarihçe: 3000 yıl önce Mısır’da yapıldığını bildiğimiz kanatma uygulamaları, Arap, Mısır, Yunan ve Roma tıbbında karşılık bulmuş, 19 uncu yüzyıldan sonra çağdaş tıp tarafından çürütülmüş ve terk edilmiştir. Bu gün sadece geri kalmış ülkelerde pazar bulmaktadır. (Greenstone G, 2010) Hipokrat ve Galen insanların dört temel sıvı (kan, balgam, kara safra, sarı safra) ilişkili olan dört temel element (toprak, hava, ateş ve su) tarafından temsil edildiğine inanıyordu. Her bir sıvı belirli bir organda (sırasıyla beyin, akciğer, dalak ve safra kesesi) merkezlenmişti ve belirli bir kişilik tipiyle (iyimser, soğukkanlı, melankolik ve asabi) ilişkiliydi. (Magner LN, 1992) Hasta olmak, dört sıvının dengesizliği anlamına geliyordu. Bu nedenle tedavi, aşırı sıvının bir kısmının uzaklaştırılmasından oluşuyordu. Galen kanın en baskın sıvı olduğunu ilan ettiğinde, damardan kan alma uygulaması daha da büyük bir önem kazandı, çünkü safra ve idrarı uzaklaştırmak kanatmaktan zordu. (Magner LN, 1992) 13. yüzyılın başlarında, İngiltere’deki kanatıcılar berber-cerrahlar olarak bir topluluk oluşturdular ve bu kanatıcılardan bazıları özelleştiler, yalnızca kanatma, veya sülük yapıyorlardı. Başka işle uğraşmazlardı, bir meslek grubu oluştu. Bu kanatıcıların kapılarının önüne kan alıcı olduklarını belirten bir leğen (kâse, kap, kupa) asılır, içinde çizgili bir çubuk veya tanıtıcı bir tabela yerleştirilirdi. Bu leğenler kilden veya pirinçten yapılmış olurdu ve bazen güzel bir şekilde süslenirdi. Leğenler kalaydan da yapılırdı ve kabın iç tarafına derecelendirmeyi sağlayan yatay çizilen çizgiler çizilirdi. Bu çizgiler seviye işaretlemek için kullanılırdı. Belirlenmiş seviyeye kadar doldurulan kan, alınabilecek maksimum kan hacmini gösterecek şekilde derecelendirilmiş oluyordu. Bu leğenler (kan kapları) bazen seramikten de yapılırdı. Seramik kanama kâseleri sıklıkla tıraş kâseleri olarak da kullanılıyordu ve kâsenin çene altına oturmasını sağlamak için bir tarafında yarım daire şeklinde bir girinti vardı. Bu kan alma kâseleri çok değerliydi ve babadan oğula miras olarak aktarılıyordu. (Weinberg F.2994) Kanatıcıların kapısındaki kan alma leğeni içine asılan direkler, koldaki damardan kanamaya yardımcı olmak için hastanın eliyle tuttuğu sopayı simgeliyordu. Direğin üzerindeki beyaz şerit, kol veya bacakta açılacak damarın üzerine uygulanan turnikeye karşılık geliyordu ve hem kırmızı hem de mavi şeritler ile işaretliydi. 19. yüzyıla doğru kanama işlemlerini daha eğitimli kanatıcılar ve hatta bazı doktorlar üstlendi. Bunlara berber cerrah adı veriliyordu. Aslında berberlik mesleğinden geliyorlardı. Berber cerrahlar, vücutta farklı bölgelerdeki damarları açmak için çantalarında çeşitli büyüklük ve şekillerde çok sayıda neşter taşıyordu. Damardan fışkıran kan bir kapta toplanır, ölçülür ve istenilen miktara ulaşıldığında kanama durdurulurdu. Tıp öğrencilerine kanatmanın nasıl yapılacağı öğretildi ve meyve ve sap gibi bitki dalları kullanarak hızlı bir şekilde damar açma alıştırmaları yaptırılırdı. İyi bir kanatıcı, kanama kâsesi çıkarıldıktan sonra bir damla bile kanın görülmesine izin vermezdi. (Weinberg F, 1994) İngiltere’de, 19. yüzyılın başlarında, insanlar sağlığı koruma ritüelinin bir parçası olarak yılda iki kez kan almak için hastaneye geliyorlardı. (dikkat ediniz aynı yanlış düşünce bu gün de devam etmektedir) O dönemde hastaneye girseniz, yerde yatan, damardan kanaması sebebiyle bayılmış insanları görürdünüz. The Lancet‘in en eski tıp dergilerinden birinin adı olması şaşırtıcı değildir (1893’te kuruldu), çünkü bu alet (lancet-bisturi) o dönemin doktorları tarafından en yaygın kullanılan tıbbi araçtı.(Weinberg F, 1994)
Vücudu kesme işlemi: Genellikle bir toplar damar kesilirdi. Bazen kanama yetersiz görülürse, bir kaç tane küçük arter de ilave olarak kesilip kanatılırdı. Bunun için cam parçaları kullanılıyordu. Daha sonra çelik bıçaklar kullanıldı. O yüzyıl doktorlarının düzeneklerinde çelik bir yay ile metal bir kutuya sabitlenmiş bir düzine veya daha fazla küçük bıçağı vardı. Bu yay, bıçakları serbest bırakacak ve bıçaklar, deriyi önceden belirlenmiş bir derinliğe kadar kesecek şekilde ayarlanmıştı. Kazıyıcıların boyutları ve şekilleri çeşitli Avrupa ülkelerinde farklılık gösteriyordu. Kötü ruhların uzaklaştırılması için kanatmak yegâne yöntem değildir. Hastaya cereyan vermek de uygulanmıştır. İlk olarak 1785 yılında sara hastasının vücuduna girdiği zannedilen kötü ruhları çıkartmak için elektrik akımı ile şok tedavisi yapılmıştır. Akıl hastalarına da kötü ruhları çıkartmak için şok verilmiştir. (Rudorfer MV, 2003) Kesip kanatarak ve elektrik vererek kötü ruhların çıkmadığını görünce kötü ruhları taşıyanları yakarak öldürmüşlerdir. Engizisyon mahkemelerinde cadıların yakılmasının sebebi budur. Kilisenin kararı ile sayısız insan içine şeytan kaçmış olduğu zannedilerek odun ateşinde canlı-canlı yakılmıştır. (Wolfgang B, 2004) (Edward M, 2005) Aynı tarihlerde kötü ruhları çıkarmak için kanatma tedavisi devam ediyordu. Dikkat ediniz: kan akıtmak, elektrik şoku vermek, insanı ateşte yakmak gibi şeylerin hepsini kötü ruhları çıkarmak için yapmışlardır. Katolik kilisesi öncülük etmiştir.
Amerika başkanı hacamat sebebi ile öldü Amerika’nın kurucusu George Washington, hacamat sebebiyle ölünce hacamata olan ilgi tamamen kayboldu. Evet yanlış okumadınız. George Washington, şiddetli gripal infeksiyon ve boğaz ağrısı sebebiyle hacamat yapılırken ölmüştür. Aşırı kan kaybına bağlı hipovolemik şok sebebi ile ölmüştür. Doktoru Dr. Craik’in, Washington’un 12-12-1799 da ölüm nedeninin çok fazla kan alınması olabileceğini açıklamıştır.(Weinberg F.1994) (Chernow 2010)
İngiltere kralı prens II.inci Charles hacamat sebebi ile öldü 1685 yılında 54 yaşında iken hacamat kanamasından öldü. (Parapia LA, 2008) (Roberts J, 2015)
Hacamat ile Problemler komplikasyonlar: 19 uncu yüzyılın başlarında İngiliz askeri cerrahı hacamatın zararlı etkilerini ortaya çıkardı (Robertson 1804)(Hamilton 1816). Ortaçağın sonuna doğru kötü ruhların ve kötü kanın insanları hasta ettiği düşüncesinin yanlış olduğu anlaşılmış, ve hatta insanı daha çok hastalandırdığı veya hacamatın insanlara zarar verdiği sebebiyle kötü ruh ve kötü kandan kurtulma felsefesi terk edilmiştir. (Wells MD, 1993) İskoç doktor Dr. John Bennett, koldan gelen büyük bir kanamanın hastanın gücünü azaltmaktan ve dolayısıyla iyileşmeyi engellemekten başka bir işe yaradığının şüpheli olduğunu 1855’te yazdı.
Hacamattan sülüğe evrilme: İnsanları canlı-canlı kesip kanlarını yerlere akıtma eylemi fazla vahşi oluyordu. İşte bu vahşi görüntüden kurtulmak için hacamat uygulaması yerini sülük uygulamasına bırakmıştır. Şimdi adım-adım gelişmeleri inceleyelim: 12.inci yüzyılda İran’da Baghdati sülük tedavisini uyguladığını okuyoruz. 1930 lara kadar bazı hastahanelerde sülük akvaryumları bulunuyordu ve yoğun bir sülük modası esiyordu. Tıp tarihi kayıtlarında OrtaÇağ’dan 1970lere kadar geçen zaman aralığında hastayı kanatarak tedavi etme iddiasına rastlamıyoruz. Fakat kötü kanın akıtılması kavramının 1970 lerde yeniden hortlayarak ortaya çıktığını görüyoruz. (Michalsen WE, 2007) İnsanlık geçmişten ders aldığı için kanın göz önünde akıtılmasına razı olmadığı ve vücut bölgeleri kesilirken ortaya çıkan görsel ve içsel tedirginlik yaşadığı için akıtılan kanın gizlenmesi ihtiyacı belirmiştir. Çünkü masaya yatan hasta ve hastanın yakınları etrafa kanların döküldüğünü görünce rahatsız oluyordu. Hastanın kendisi ve yakınları bu görüntüden korkuyorlar ve tedirgin oluyorlardı. Üstelik hacamat ağrılı bir uygulamaydı. Kesik yaraları haftalarca sancı veriyor kapanmıyordu. Elindeki kolundaki deri yüzeyi kesilen bir insan acılar içerisinde masa üzerinde yatıyor ve etraftakiler onu seyrediyordu. Bu manzara vicdanlarda rahatsızlık sebebi oluyordu. Tıp şarlatanlarının daha fazla para kazanması ve insanları sömürmesi daha fazla prestij ve pirim elde etmesi için bu rahatsızlığın ortadan kaldırılması gerekiyordu. Çünkü olayın ekonomik bir tarafı vardı ve toplumda şarlatanların geçim kaynaklarından birisi kanatıcılık mesleği olmuştu. Bu sebeple kötü kanı solucanlara emdirmek fikri ortaya atılmıştır. Sülük uygulaması böyle doğmuştur. Kan, solucanın midesinde kapalı kaldığı için hasta kanın aktığını görmüyordu. Üstelik bisturi yerine hayvanın ısıran 3 çenesi bulunması ve ısırırken ağrı kesici salgılaması sebebi ile hasta damarının delindiğini de hissetmiyordu. OrtaÇağ tıbbındaki mahzurların üzeri böylece örtülmüş ve gizlenmiş oluyordu. Sonuç olarak hem kötü kandan hem de kanın akarken oluşturduğu iğrenç ve korkunç görsellikten kurtulmuş oluyorlardı. Problemler halının altına süpürülmüştü. Cehalet devam ediyor ama üzeri örtülmüş oluyordu. Bu gün Amerika, Kanada ve bazı Avrupa ülkelerinde yasaklanan ve sahte bilim olduğu tescil edilmiş olan Hint tıbbı (Ayurveda)ndaki konseptlerin günümüzdeki izdüşümü olarak sülükçüler tezgahlarını böylece kurdular. Sülük uygulamasının tarihi böyledir. Fransız doktor François Broussais sülük konusunda liderlik yaptı, hemen her hastalıkta her organ üzerine sülük uyguluyordu çok meşhur oldu. (Adams SL.1988) O tarihlerde (1800lerin sonu, 1900 lerin başı) yılda 5-6 milyon sülük harcanıyordu.
Kan emen solucanların taksonomisi Sülük denilen kurt benzeri solucanlar, Clitellata sınıfının, Hirudinidae familyasının Hirudo genusuna aittir. Kahverengimsidir ve 20 cm ye kadar uzayabilir. Bu genusta yer alan H. verbana veya H. medicinalis Tekirdağ’ın Mürefte kasabasında üretilmektedir. Hem erkek hem dişi gametler içeren yaklaşık 60-100 tane dişleri bulunan kan emebilen hayvanlardır. Dokuyu bu dişlerle keserler 3 tane çenesi olduğu için ısırdığı yerde Y harfi şeklinde yara bırakırlar. 5-15 ml kan emebilir. Üretildiği ortamda ne kadar bol kurbağa varsa o suda yaşayan sülüklerin daha iyi olduğuna inanılmaktadır. Yosun ve alglarin bol olması da sülük ticareti yapanlar tarafından tercih edilmiştir. Sülük yetiştirilen suda ne kadar yosun varsa sülük o kadar tercih sebebi olmuştur. (Ibn-Sina, 1593) Bunlardan öyle anlıyoruz ki, herhalde en tercih edilen sülük kurbağa ve yosunlu sularda yetişendir.
Kan emen solucanların Uygulandığı yerler Kan dolaşımının artmasının arzu edildiği her dokuya ya hacamat veya sülük uygulanmış. Örneğin kesilen organın yerine dikildiği durumlar, postoperatif iyileşme sırasında kan akımının artması arzu edilen plastik cerrahi yaraları, süperfisyal variköz venlerin drenajı, kan pıhtılarının ortadan kaldırılması amacı ile şifacılar tarafından kullanılmıştır. Heparinik etkisi sebebi ile hekimler tarafından kas krampları, tromboflebit, osteoartrit için kullanılmıştır. (Frodel JL, 2004) FDA tarafından 2004 te tıbbi cihaz kategorisine alınmıştır. (Bu yazının başlığında yer alan sülük fotoğrafı Hackenberger PN, 2019 ‘dan alınmıştır.)
Kan emen solucanlardan Beklenen biyoetkiler Bu solucan ısırırken hirudin adı verilen bir antikoagulan injekte eder. Bu antikoagulan madde 65 aminoasitten oluşan bir proteindir. (Rydel TJ, 1990) Hayvanın salyasında ağırlıkları 66.5 – 1.964 kDalton arasında değişen 60 farklı protein daha tespit edilmiştir (Baskova IP,2004) Hiç birisinin insan vücudundaki etkileri net olarak belli olmamıştır. Biz biliyoruz ki, kan pıhtısının oluşması için fibrinojen’in fibrin’e dönüşmesi gerekir. Bu işlemi gerçekleştiren madde, serin proteaz yapısında olan trombin isimli maddedir. Eğer trombin engellenirse fibrinojen fibrine dönüşmez ve kanama durmaz. (Fenton JW, 1998) Hirudin, trombin blokajı yapmaktadır. (Rydel TJ, 1991) Sülük, infeksiyon ve alerji gibi tehdit oluşturabilmektedir. Bu sebeple hirudin isimli etken protein laboratuarda saf bir şekilde üretilmiş ilaç firmaları tarafından steril paketlenerek Hansenula (Thrombexx, Extrauma), lepirudin (Refludan), desirudin (Revasc/Iprivask), bivalirudin isimleri ile piyasaya çıkarılmıştır. Trombin antagonisti olan bu maddeye ihtiyaç duyulacak bir indikasyon bulunmadığı veya sınırlı ihtiyaç duyulduğu sebebi ile marketlenmemiştir. Bu gün geri kalmış ülkelerde şifacılar tarafından hala sülük insan organizması üzerinde uygulanmaya devam edilmektedir. Bir defada 10 taneye kadar sülük uygulanır 30,90 dakika bekletilir. Öncesinde ve sonrasında hastanın kan tablosu izlenmelidir (Mumcuoglu, 2014)(Jha, 2015)(Wollina, 2016).
Kan emen solucanların Yan etkileri ve vücuda verdiği zararlar 1. Alerji ve anafilaksi: Sülük uygulandıktan sonra hayvanın vücudundaki bütün kimyasallar insanın vücuduna girebilmektedir. 100 den fazla ne olduğu bilinmeyen biyoaktif maddenin (Hildebrandt J-P2011) alerji ve anafilaksiye sebep olması sürpriz olmaz. Ölümle biten sülük uygulamaları vardır (Kose A, 2008) (O’Dempsey T. 2012) Sülük salgıları alerjendir. Bir çok alerji bildirilmiştir. (Kukova, 2010) (Karadag, 2011)(Pietrzak, 2012) (Khelifa, 2013) (Altamura, 2014) (Rasi, 2014) (Brzezinski, 2015) (Gülyesil, 2017) 2. İnfeksiyon: Sülük ile bulaşan bakteriler büyük bir sıklıkla Aeromonas genusundandır. Sülükten bulaşan bakteriler A. hydrophila, A. veronii, Proteus vulgaris, Morganella morganii olarak tespit edilmiştir. Dikkat edilirse bunlar bağırsak bakterileridir. Sülükten bulaşan diğer mikroplar Aeromonas (57.1%), Enterococcus (42.9%), Proteus Vulgaris (42.9%) Morganella morganii (28.6%), Corynebacterium (14.3%), Candida parapsilosis (14.3%) tir. (Kruer RM, 2015) Sülük uygulanan hastaların 24 aylık takibinde %11 oranında infeksiyon görülmüş. Bu bakteriler amoxycillin’e dirençli bulunmuştur. (Verriere B, 2016) Bir başka çalışmada, sülük uygulanan hastalar 38 ay takip edilmiştir. Bu hastalara ciprofloxacin, trimethoprim-sulfamethoxazole, piperacillin-tazobactam, ceftriaxone ile profilaksi uygulanmasına rağmen %91.5 oranında infeksiyon görülmüştür. Sebep olan bakterilerin aynı olduğu Aeromonas genusuna ait olduğu görülmüştür. Sol dizine sülük uygulanan bir vakada lökosit sayısı 16000, sedimantasyon 40 mm, CRP 80 üniteye fırlamış septik artrit teşhisi ile hastahaneye yatırılmıştır. (Jyothiprasanth M, 2024) 3. Dokunun içine kaçabilir: Sülük hareket edebilir. Doku içine girebilir, etrafa yayılabilir, ulaşılması zor olan derin localara kaçabilir. Bu önemli bir risk oluşturmaktadır. (Granzow, 2004)(Conroy, 2006) (Bank, 2008) Plastik bir kupa ile deri yüzeyine bastırılarak hayvanın kan emerken hareketsiz bırakılması ve hapis edilmesi, sülüğe dikiş atılması, parafin ile çerçeve içerisine alınması önerilmiştir. (Chua S., 2015) (Tan, 2004)(Geishauser, 2009)(Chua, 2015). Bir vakada sülük tünel açıp doku içine girmiştir (Flurry et al, 2011). Bu hayvan, insanın boğazına kaçabilir. 4. Engellenemeyen kanamalar yapabilir: Hastaya kan vermeyi gerektirecek şekilde uzun süren kanamalar yapabilir (Mumcuoglu, 2014) (Jha, 2015). Sülük uygulanan bir hastada 8 ünite taze plazma, 6 ünite kan verilmesi gerekmiştir. Sülük kanaması dikiş atılarak veya transamin (tranexamic acid) verilerek durdurulamaz. (Kose A,2008)
Bugün hacamat ve sülük uygulamalarının durumu Ampirik gözlem yerine bilim insanları olarak Pasteur, Koch, Virchow ve diğerleri, bilimsel yöntemlerin geçerliliğini doğruladı ve kan almanın kullanımı yavaş yavaş birkaç seçilmiş duruma indirgendi. Çağdaş tıpta hacamat veya sülük uygulaması, ancak kaybedecek bir şey kalınmayan venöz konjestiyon bulunan hastalıklarda, lokal dolaşım yetmezliğinin hayati tehdit oluşturduğu, tıbbi müdahalenin imkansızlıklar sebebi ile uygulanamadığı mahrumiyet altında iken, fevkalade nadir durumlarda antibiyotik profilaksisi uygulanarak, pre ve post hemogram izlemesi koşulu ile fevkalade nadiren sülük uygulanmasına “belki” göz yumulabilir. Bunun dışında bir sülüğün ölüsü de dirisi de infeksiyon materyalidir. İnfektif atık kurallarına göre imha edilmelidir. (Abdualkader, 2013) (Mumcuoglu, 2014) Eldivensiz dokunulmamalıdır. İnsana temas etmemelidir. Bu gün çağdaş tıp aleminde hacamat ve sülük uygulamayı çaresizlik veya sahte bilim olarak değerlendirilir. Sülük uygulamasında asıl hedef kötü ve fazla kanın akıtılması, kötü ruhların vücuttan uzaklaştırarak hastaya şifa verilmesidir. Fakat 21.inci yüzyılda kimseye kötü ruhlarınızı uzaklaştıracağım diyemezsiniz. Onun yerine başka senaryolar oluşturulması gerekli olmuştur. Her ne kadar günümüzdeki sülük uygulamalarında kanın fazla gelmesi dışında başka bazı sebepler de icat edilmiş olsa bile hacamat ve sülük uygulamaları birbirinin devamıdır aynı temeli paylaşırlar. Sülük uygulamasına monte edilen perdeleme senaryolarından en bilineni sülüğün heparinik salgısının trombusu çözüyor olmasıdır. Bir başka senaryo ısırığın veya kesiklerin lokal stimülasyon yaparak doku iyileşmesini provoke ettiğidir. Bunlar beyaz yalan ile masum bahane arasında geçiş senaryolarıdır. Yani tamamen yalan değildir, ama hiç bir hastalık için çözüm de değildir. Ben buna yönlendirilmiş abartı ismini verdim. Basit bir gerçeği abartıp yönünü istediğiniz tarafa çevirirseniz ruhsatsız bir silaha dönüşür. Bu konuda daha fazlasını tıklarsanız burada bulacaksınız Hacamat ve sülük konusunda yönlendirilmiş bir abartı kullanıldığını düşünüyorum. Günümüzde tıp literatürüne göz attığımızda herhangi bir metaanaliz görmüyoruz. Ancak Hindistan veya İran gibi az gelişmiş ülkelerin doktorları tarafından kaleme alınmış vaka raporları bulunduğunu görüyoruz. Bunlar geleneksel tıp, holistip tıp, alternatif tıp, bütünleyici tıp gibi batılı isimlerin arkasına saklanmış olabilmektedirler. Hacamat ve sülük uygulayarak çeşitli hastalıkları tedavi ettiklerini ileri sürmüş oldukları raporlar yayınlanmıştır. (Bashiri H, 2020) (Sultana A, 2010) Bu makalelerde ya kontrol grubu yoktur, ya örnekleme yanlıştır, ya deneysel kurulum gizlenmiştir, ya randomize edilmemiştir, ya istatistiğe dayanmıştır, ya sadece olumlu vakalar yayınlanmıştır veya ürün pazarlayan firmalar ücret karşılığı yayınlattırmıştır. Veya derginin hakemi editörlerin süzgecinden geçmeyen imtiyazlı makale hazırlamıştır (Jeremy Y, 2023) Kovit salgını sırasında et, süt, yumurta, sebze ile beslenmeyi halk alternatif tıbba inanıyor şeklinde işaretleyerek toplumda sanki alternatif tıp yaygınmış gibi gösteren istatistikler yayınlanmıştır.(Ozlü ZK, 2022) (Örnek vermek gerekirse: koleradan kurtulanların ve ölenlerin gazoz içme sayısına bakarak gazoz içmek koleraya iyi gelir demek gibi düşünebiliriz. Gazoz ile kolera hastalığı arasında hiçbir iliki bulunmadığı halde istatistik tuzaklar kurulmaktadır.) Kanserden kurtulanların kaç tanesinin sebze, meyve yediğini veya beslenme katkısı kullandığının istatistiğini yaparak tamamlayıcı tıbın üstünlüğünü öne çıkaran yayınlar vardır (Heliang Wu, 2023) Bunlar güvenilmez ve tuhaf yayınlardır etki mekanizması açıklanmadıkca hiç bir bilim kredisi bulunmamaktadır. Türkiye’de ve dünyada birçok birey hacamat ve sülük uygulamakta ve hastaları tedavi ettiğini iddia ve vaat emektedir. Hastaların solucanla mı iyileştiği ek başka bazı uygulamalarla mı iyileştiği yoksa kendiliğinden mi iyileştiği şüphelidir.
Sonuç: Hacamat adı verilen damarı kanatarak veya solucanlara kan emdirerek sözümona şifa dağıtma yöntemi kötü ruhlar ve cadı yakma geçmişinin üzerine inşa edilmiştir. Bunlar tam bir orta çağ uygulaması olup, tıbbın geriye gidişinden ibarettir. Bu uygulamalar artık modern tıp tarafından çok özel birkaç tıbbi durum dışında herkes için terk edilmiştir. (Rosie M, 2001) Örneğin eritrosit sayısının hızla azaltılması gereken hemochromatosis, polycythemia vera, porphyria cutanea tarda durumlarında hekim kontrolunda kan alınabilir. Bunun ismi hacamat değildir. Phlebotomy adı verilir. Kan akıtmanın sahte bilim olduğu gösterilmiştir. (Chen PD,2011) (Lone AH, 2011) Halen bazı durumlarda kullanılmaya devam edilmektedir.
Ülkemizde ve hatta dünyada alkolsüz çinkolu bir ağız kokusu gargarasının bulunmayışı çok tuhaf. Bu eksiği görüp bir formül geliştirip ürettirmeyi hayal etmiştim. Bu rüyanın nasıl gerçekleştiğini kalema aldım. (Ağız ve nefes kokusu isimli eserimin birinci bölümünden aynen kopyalayarak yayınlıyorum:)
2008 yılı incelemesine göre eczanelerimizde 211 tane parasetamol içeren tablet bulunmasına rağmen yeterli kalitede ağız kokusu gargarası yoktur. Çinko içeren alkolsüz ve katkısız ağız kokusu gargara sayısı birkaç tanedir (HalitosilZn, Oderol gibi) ve eczanelerimizde yaygın olarak bulunmamaktadır.
Başta etil alkol olmak üzere alkollerin ağız kokusu (ve ağız kanserlerine eğilim) yapıyor olduğu bilinmesine rağmen, alkol içeren meşhur ve ithal gargaralar eczanelerimizde bolca satılmaktadır. Üstelik bunların kutularının üzerinde “alkolsüzdür” diye yazmasına rağmen içeriğinde (etil olmayan) alkoller bulunmaktadır. Bu alkoller ağız kokusu yapabilmektedir. Ağız kokusu hastaları bunları satın almak zorunda bırakılmakta, iyileşeceği yere kötü koku şikâyetleri daha da artmaktadır. Diş hekimleri ve diğer hekimler konudan uzak oldukları ve yeterli eğitilmedikleri sebebi ile bu alkollü gargaraları yazmakta ve hastalara önererek problemi derinleştirmektedir. Bu gargaraların üzerinde alkolsüz olduğu beyan edilip içine (etil olmayan) alkoller ilave edilmiş olması tuzak gibidir. Suikasttir. Piyasamızda plastik dil kazıyıcılar (dil fırçası adı ile) halka satılmaktadır. Bunlar sağlığa zararlıdır ve piyasadan toplatılmalıdır. (Bkz. Bölüm 46)
HalitosilZn ağız kokusu gargarası nasıl doğdu? Ülkemizde ağız kokusu ürünü bulunmadığını görünce, böyle bir ürünün eczanelerimizde bulunmasının şart olduğunu düşündüm. (Problemi görebiliyorsan düzeltecek olan sensin kuralı). Alkolsüz, çinkolu, tatlandırıcısız, kokusuz, sodyum kloritli ve asit borikli güzel bir koku giderici formül hazırlayıp patentini aldım.
Zorluklar başlıyor: Gargara haline getirilmesi ve üretilmesi amacı ile çeşitli ilaç firmalarına müracaat ettim. Firmalar ülkemizde yürürlükte bulunan anlamsız ve aşılaması zor bürokrasi sebebi ile bu gargarayı üretmek istemediler. Yasaları ve bürokratik kuralları inceledim. İlaç eczacılık dairesine gargara üretimine dosya açmak için gerekli olan imkansıza yakın belgeleri ve harç paralarını duyunca firmalara hak verdim. Durumu incelediğimde o günün parası ile bir binek arabası satın almak için gerekli olan paranın yarısı kadar bir dosya ücreti ödenmesi gerektiğini üzülerek gördüm. Dosyaya konulması istenen belgeler ise üreticiye ceza olarak yeterliydi. Bu belgeleri tamamlamak yıllarca sürebilirdi. Şu anda nelerin istendiğinin listesini veremem ama ilaç üretmek için gereken şartları okuyunca şaşkınlık içinde kalmıştım. İlaç firmalarına hak verdim ve gargara üretmekten bir süre vazgeçtim. Bir devlet üretim yapmak isteyen vatandaşını neden bu kadar zora sokar acaba?
Firmalar, bu ilacı Bulgaristan veya Çekoslavakya’da merdiven altı üretip ülkeye ithal edersek daha kârlı olacağımızı söylediler. Bu yolun daha kolay, avantajlı ve sükseli olduğunu ifade ettiler. Çünkü Avrupa malıdır dediğiniz zaman özendirilerek yetiştirilmiş toplumumuza bir ilacı daha kolay kabul ettirebileceğimizi öne sürdüler. Aslında haksız değiller. Ülkemizde mevcut yasalar ve kurallar bir yandan üreteni cezalandırıyormuş, diğer yandan ithalatı cesaretlendiriliyormuş. O sıra öğrendim bunu. Düşünsenize kendi geliştirdiğim formülü bürokratik engeller sebebi ile Bulgaristan’da ürettireceğiz ve ülkemize ithal edeceğiz? Bu bana yakışmazdı.
Diğer ürünler: O tarihlerde veya sonraki yıllarda başka Türk müteşebbisler de benimle temas edip bazı ağız kokusu ürünlerini yurt dışından satın alıp ülkemize ithal etmek istediklerini ve hatta ülke çapında dağıtıcılık (distribütörlük) yapmak istediklerini anlattılar. Bu konuda benim fikrimi sordular ve desteğimi istediler. Bir tanesi Oxyfresh diğeri CB12 idi. Kendi formülümüz dururken paramızı yurt dışına çıkmasını doğru bulmadım. Bu ürünleri desteklemeyi reddettim. Yerli çözümlerde ısrar ettim. Buna rağmen hiç gerekli olmamasına rağmen ve ülkemizin hiç ihtiyacı bulunmuyor olmasına rağmen iki gargara da ülkemize girdi. Bu iki gargaranın ağız kokusuna etkisini karşılaştırmalı inceledim ve faydalı bulmadım. Popüler markalardan Listerin’i de faydalı bulmadım. (Bkz. Bölüm 49) Avuç dolusu dövizimiz yurt dışına akıyor. Çok üzülüyorum. Bunların ağız kokusu üzerine yeterince etkin olmadıklarını bir bilim çalışması ile gösterdim ve uluslarası hakemli dergide yayınladım. (Aydın M, 2020)
O günlerde ismi Çözüm İlaç olan firmanın sahibi Sn. İlhami Kotan ile tanıştım. Benim ağız kokusu engelleyen formülümü üretmek istediğini, ilaç eczacılık dairesinin ve sağlık bakanlığının önüne çıkardığı bürokratik engelleri aşmak için efor sarfedeceğini memnuniyetle öğrendim. Fakat formül için bana ödeyecek parası olmadığını söyledi. Kendisinden formül karşılığı ücret istemedim ve bundan sonra da ücret talep etmeyeceğimi noter belgesi ile kendisine bildirim. Böylece ticari emniyet ortamı verdim kendisine.
İlk üretim: Ben formülden veya herhangi bir şeyden ücret almayınca bu kahraman şahıs Türkiye’nin ilk ağız kokusu gargarasını PharmolZn ismi ile piyasaya sürdü. İlhami bey benim ücret istemeyişimin karşılığında ismimi gargara kutusunun üzerine basarak bana teşekkür etmiş oldu. Formülü ücretsiz teslim ettim. Yeter ki ülkemizde sayısız insan mağdur kalmasın ve paramız yurt dışına çıkmasın diye düşündüm. Üretim başladı. Rüyam gerçek oldu
Daha sonra gargaranın formülüne NaClO2 ilave ederek etkisini güçlendirdim. Bu gün HalitosilZn ismi ile eczane ve sanal marketlerde satılmaktadır. Ülkemizin en başarılı ağız kokusu gargarasıdır. Hala her eczaneye dağıtımı mümkün olmamaktadır. Çünkü Listerin, Colgate Plax gibi firmalar 5 (veya 10) tane gargara satarsa eczacıya eşantiyon bir adet gargara veriyormuş. Bu sebeple eczacıların bir kısmı (hepsi değil) HalitosilZn soran hastalara “piyasada yok size bunu verelim” diyerek kendilerine bedava ürün veren gargaraları satıyorlarmış. Bizler reçeteye HalitosilZn yazsak bile hastanın elinde başka ürün görüyoruz. Bazı eczacılar ticari sebeplerle ilaç değiştiriyorlarmış. Bu sebeple yıllardan beri HalitosilZn bulmak zor oluyor. Başka sebepler de var: Eczanelere ilaç temin eden depolar için de benzer şeyler söylenebilir. Piyasaya yeni çıkan ürünlere kolaylık sağlamıyorlar, stok ve dağıtım için ilave ücret talep ediyorlar. Bu uygulamalar Halitosil’in eczanelere yaygınca dağıtılmasına engel oluyor.
Marketlerde de durum farklı değildir. Bir süpermakete gargaranızı koymak ve rafta satmak isterseniz bir servet ödemeniz gerekir. Bu durumda ya HalitosilZn’yi iki katı fiyata satmak veya markette satmaktan vazgeçmek gerekir.
Halka duyurmak için gazeteye gargara reklamı vermek ülkemizde yasaktır. Televizyonda ise çok pahalıdır. Bu sebeple HalitosilZn halka yeterince duyurulamadı. Ama artık bir veb sitesi var
Umarım avuç dolusu döviz ile ülkemize giren az faydalı ağız kokusu ürünleri yerine Halitosil hak ettiği yeri alacaktır.
Adana gündüzleri 45, gece 30 derece. Rutubet 80 lerin altına düşmüyor. Uyum gösterdik. Mutasyon geçirdik Yaşar Kemal’in sarı sıcaklarına.
Sıcaktan pantolonumuz bacağımıza yapışıyor. Gömlek sırtımıza iyice yapışıyor en seksi şekilde. Ter iki kaşımızın arasından süzülüyor, varsa gözlüğün burun köprüsünün arasından geçiyor, ya sümük benzeri damlayışla kucağımıza damlıyor veya biz elimizin tersiyle siliyoruz.
Yolda yürürken gölge bir yer arıyoruz. Hangi kaldırımda daha fazla gölge varsa veya daha fazla rüzgar alıyorsa o kaldırıma geçiyoruz. İki apartman arasından geçerken acaba biraz rüzgar eser mi bu boşluk sebebiyle diye beklenti içine giriyoruz. Azıcık rüzgar varsa adımlarımızı yavaşlatıp sıcak kavurucu rüzgarın getirdiği ferahlama hissine biraz daha maruz kalmak için adımlarımızı yavaşlatıyoruz.
Sivrisinekler vazgeçti artık, tropikal canlı olmasına rağmen Adana’yı terk etti. Artık kırlangıç görmüyoruz havada. Sıcağa uyum göstermiş bir kaç tropikal kedi var arabaların altında gölgede. Evde klimanın altından çıkmıyoruz. Klima ile yatıyoruz, iş yerinde klima ile çalışıyoruz, elektrik faturasına çoktan razıyız, 3 katı fatura gelse yine razıyız. Klimanın sesi ninni gibi geliyor uyurken. Oda sıcaklığı 26 ya 28 e düşse bile oh deyip halimize şükrediyoruz. Uyum gösterdik. Bu sıcağa ve rutubete uyum gösteren bir yaşam formuyuz. Adeta mutasyon geçirdik. Biz Adana mutantları haline dönüştük.
Hep söylemişimdir. Sıcak iyi bir şey olsaydı Allah cehennemi sıcak yapmazdı.
Apartmanlara takılan kameralı kapı zili aslında güvenliği artırmıyor tam tersine apartman daha güvensiz oluyor, hırsızlara ve gaspçılara açık hale geliyor.
Nasıl çalışır: Kameralı kapı zilinin nasıl çalıştığını mutlaka hepimiz biliyoruz ama hatırlamak anlamında yazıyorum. Bu bir güvenlik kamerası değildir. Kayıt tutmaz. Hırsızın yüzünü videoya çekmez, kayıt etmez. Bu anlamda güvenliği artırmaz. Misafir apartman kapısına geldiğinde sizin daire numaranızı tuşlar ve çalma tuşuna basar. Böylece sizin dairenizde zil çalar. Eğer sizin daire numaranızı bilmiyorsa bu numarayı listeden bulmak zorundadır. Aksi halde sizin zilinize basamaz. Bu caydırıcıdır misafiriniz vaz geçip gidebilir. Yukardan üçüncü zile basmak, veya aşağıdan ikinci zile basmak şeklinde kolaylaştırılmış kısa yollar kullanılamaz.
Problem başlıyor: Dijital cihaz kullanmaya alışkın olmayan yaşlı ve çocuklar bu aşamada kapıdan geri dönmek zorunda kalmaktadır. Size ulaşamamaktadır. Aynı problem daire içinde daha fazla mevcuttur. Yaşlı ve çocuklar, dijital cihaz tuşlamaya alışkın olmayan bireyler kapı zili çalmasına rağmen kapıdaki bireyi nasıl göreceklerini hangi tuşa basarsa kapıyı göreceğini veya hangi tuşa basarsa kapıyı açacağını karıştırmaktadır. Daire içi cihazı kullanmakta sıkıntı yaşamaktadır. Kutunun üzerinde 5 düğme bulunur. Birincisine basarsanız hoparlör açılır konuşma yapar, parmak basıp konuşulur, parmak çekince dinleme yapılır, ikincisine basarsanız kapıcıyı arar, üçüncüsüne basarsanız güvenliği arar, dördüncüsüne basarsanız apartman komşusunu arayan bir menü açılır, beşincisine basarsanız kapı açılır. Yaşlı ve çocuklar veya dijital cihaz kullanımına aşina olmayanlar bu aşamada sıkıntı yaşamaktadır.
Postacı, su, elektrik sayaç okuyucusu içeri girebilmek için uzun süre kapı önünde birilerinin apartmana girip çıkmasını beklemek zorunda kalmaktadır. Apartman sakinlerinin kapıyı açan 4 sayıdan oluşan şifresi vardır. Bu şifreyi söylediğiniz herkes apartmana kolayca girer. Kimsenin ziline basmadan apartmana girebilir.
Yayılan şifre: Kameralı zil kurulduktan bir süre sonra apartman sakinlerinin yakınları tarafından şifre öğrenilmektedir. Her aile kendi yakınları kapıda beklemesin diye şifreyi amcasına, teyzesine, komşusuna, dayısının kızına, kebapçı çırağına, Migros veya Groseri hizmetlisine söylemektedir. (Bu, çok normaldir, engellenemez. engellenmesi talep dahi edilemez). Böylece her apartmanın kapı şifresi satıcılar ve akrabalardan başlayarak çevreye yayılmaktadır. Örneğin bir kebapçı çırağı çevredeki bütün apartmanların şifresini bilmeye başlar.
Tek daire için kameralı zil: Bu sistemin güvenlik sorunu oluşturduğu, kullanışsız ve zor bir sistem olduğu açıkça bellidir. Herkesin bildiği sadece hırsızın bilmediğini temenni edilen bir şifre ile korunmak imkanlı değildir. Kameralı zilin önemli bir ihtiyaç olduğunu düşünenler, apartmanın ahengini ve güvenliğini bozmadan tek bir daire sahibi kendisine özel olarak bu sistemi kurabilir.